İslam Felsefesi Neden Altın Çağından Sonra Bilgi Üretiminde Batı’nın Gerisinde Kaldı?
- Merve Karataş
- 27 Ağu
- 3 dakikada okunur
Bu sorunun elbette bir yanıtı var. Batı’da iş Platon’la başlıyor: “Hakikat duyuların ötesindedir.” anlayışından sonra Aristoteles geliyor ve “Deneyle doğayı çözebiliriz.” düşüncesini ortaya koyuyor. Bu iki damar Orta Çağ’da kilise tarafından teolojiye yamansa da İbn Rüşd ve benzeri isimlerin çevirileriyle akıl–inanç dengesi yeni bir çerçeveye oturuyor.
Thomas Aquinas örneğin: İnanç var, ama akıl da Tanrı’nın düzenini anlamanın meşru yolu. Böylece akıl sistemin dışına atılmıyor, aksine sistemin içinde meşrulaştırılıyor.
Modern epistemolojinin kırılma noktası ise Descartes’la başlıyor. Rasyonalizmin en parlak temsilcisi olarak metodik şüpheyi merkeze koyuyor: Kuşku duyulabilir her şeyi bir kenara atıp “Düşünüyorum, öyleyse varım” ile kesin temeli bulmaya çalışıyor. Doğayı matematiksel yasalarla kavranabilir, mekanik bir bütün olarak tasarlıyor.
Hume ise “Nedensellik zorunlu değil, sadece alışkanlık.” çıkışıyla buna karşıt yönde, ampirizmi radikalleştiriyor ve rasyonalizmin güvence arayışını baltalıyor. Tüm bilginin deneyden türediğini savunarak metafiziğin altını oyuyor.
Tam da burada Kantçılık devreye giriyor. Kant, Hume’un şüpheciliğiyle yüzleşip sentetik a priori kavramıyla çıkış buluyor: Deneyimden bağımsız ama deneyimi mümkün kılan kategoriler (nedensellik dahil) zihnin yapısında vardır, diyor. Yani bilgi ne salt rasyonalizmin metafiziğinde, ne de saf ampirizmin deneyiminde; ikisinin imkân koşullarında. Bu hamle, modern felsefede öznenin özerkleşmesini ve bilginin kurucu bir zemine kavuşmasını sağlıyor.
Yirminci yüzyılda bu çizgi daha da çoğullaşıyor: Mantıkçı pozitivizm doğrulanabilirlik peşinde koşuyor; Popper yanlışlanabilirliği, Kuhn paradigma devrimlerini, Quine indirgemeciliğin imkânsızlığını öne sürüyor. Yani epistemoloji, “kesinlik arayışı”ndan kurumsallaşmış yanılabilirliğe evriliyor.
İslam hattında ise Gazali’yi anlamadan düşüncedeki kapanmayı anlamak zor. Çünkü mesele sadece bir adamın kişisel görüşleri değil; o görüşlerin koca bir entelektüel atmosferi yeniden yönlendirmesi.
Gazali’nin çıkış noktası aslında oldukça samimi: “Benim bildiğim şeyler gerçekten bilgi mi?” diye sorguluyor. Yani Batı’daki gibi o da epistemik şüpheyle başlıyor. Matematiğe, mantığa, ahlaka itirazı yok; bunları güvenilir buluyor. Asıl hedefi doğa felsefesi ve metafizik, özellikle Aristotelesçi çizginin nedensellik anlayışı.
Aristoteles’e göre ateşin pamuğu yakması, ateşin doğasından gelen zorunlu bir şeydir. Yani ateş yakıcıdır, pamuk da yanıcı. Gazali burada frene basıyor: Hayır, ateş kendi başına yakmaz. Ateşle yanma olayını her seferinde Allah yaratır.
Bu görüş, Eş‘arî geleneğin “aracısız nedensellik” dediği şeydir: Yani evrende nedensellik diye bağımsız bir mekanizma yoktur, sadece Allah’ın iradesi vardır.
Şimdi bu, dışarıdan bakınca Hume’un nedensellik eleştirisine çok benzer gibi duruyor. Hume da “Ateş pamuğu yakar demek aslında sadece alışkanlığımızdır” diyordu. Ama aradaki fark çok kritik: Hume’un şüphesi bizi dünyevi bir metodolojiye itiyordu; Gazali’nin şüphesi ise bizi teolojiye iade ediyordu: Nihai sebep Allah’tır.
Şunu biliyoruz: Gerçek hayat kompleks olduğundan bir olay çoğu zaman saf bir tek sebep → tek sonuç ilişkisine indirgenemez. Mesela bir insanın grip olması sadece virüsten kaynaklanmaz. Bağışıklık sistemi, beslenme, stres, çevre koşulları, genetik yatkınlık… hepsi işin içine girer. Tek bir sebep göstermek indirgemeci olur.
Hume, nedenselliğin zorunlu bağ olmadığını, aslında sadece olayların düzenli biçimde arka arkaya gelmesi olduğunu söylüyor. Yani ateşi gördükten sonra yanmayı görmeye alışmışız. Ama bu alışkanlık zorunluluk demek değil. Oksijen yoksa ateş yanmaz, dolayısıyla pamuğu da yakmaz. Asbest ya da yanmayan bir maddeyi ateşe tutarsak yanmaz vb.
Bu noktada Hume bize bir çözüm sunuyordu: Olayların tekil nedenselliğe indirgenemeyeceğini kabul ediyor, bunun yerine alışkanlık, düzenlilik, olasılık üzerinden bir analiz yöntemi veriyordu. Mesela grip örneğinde: Virüs → hastalık zorunlu bir bağ değil; ama düzenli gözlemle şunu fark ediyoruz: Virüs taşıyanlarda istatistiksel olarak daha sık hastalık gelişiyor. Yani nedensellik bir metafizik bağ değil, deney ve gözlemle kurulan olasılık ilişkisidir.
Gazali de aynı soruyu soruyordu ama “Ateş pamuğu yakar mı, yoksa başka bir şey mi olur?” sorusuna onun cevabı şuydu: Ateş kendi başına yakmaz; Allah ateşle yanmayı her seferinde birlikte yaratır.

İşte bu yaklaşım, olayların çoklu etken ağlarını çözümlemek için bir metodoloji sunmuyordu. Çünkü her durum, evrendeki diğer faktörlerden ve koşullardan bağımsız olarak ele alınıp teolojik otoriteye bağlanıyordu. Bu perspektif de ne yazık ki, modern bilimin istatistiksel, deneysel, olasılık temelli metodolojisinin kapısını açacak yegâne yolun önünü kapatmaktan başka bir işe yaramadı.